Sen hiç deve gördün mü?
Köşe Yazısı - 28 Kasım 2005, Pazartesi

Benim yokluğumda sitemizden ilgisini eksik etmeyen herkese, teşekkür ederim.
Eşimin tabiriyle benim gibi birinde ortopedik rahatsızlık olacak değil ya nörolojik sorunlar olmasına şaşmamak gerekir.
Beynimizi olur olmaz hırpalamamalı, hor davranmamalı…
Olmuyor maalesef, işten güçten el etek çekip, dinlenmek durumunda kalınca, televizyon da avuntu olunca...
İşte o zaman sağlıklı bile olsanız hasta olmanız işten bile değil.
Ne zaman ekranda, bazı sahneleri Türkiye’de geçen bir yabancı film görsem dikkat kesilirim. Kaptır kendini filmin aksiyonuna, sadece izle işte film gibi… Yo arızalıyım ya illa arka planda neler oluyor dikkat kesilmeli…
Bu zamanlarda bir sürü soru cümlesi hücum eder beynime.
“Niye kaldırımda yürüyen el ele tutuşmuş bir tane üniversiteli genç çifte rastlamıyorum şu sahnelerde?”
“Niye filmdeki karakterler koşarken modern alışveriş merkezlerinden birine dalmıyorlar ya da bir plajda mayolarıyla güneşlenen insanların arasında koşup bir kaç plaj şemsiyesi devirmiyorlar?”
“Niye arka planda sadece derme çatma evlerin olduğu yerlerde sürüyor bu kovalamaca?”
Ben bunları düşünürken film yürür, ben orada kalırım.
Daha geriye doğru gidelim, yakın geçmişte çevrilmiş bir çok yabancı filmde, altta Türkiye ya da İstanbul yazan bir sahne başladığında karşımıza ilk çıkan nedir sizce?
Hep esmer ve bıyıklı, hatta bolca kıllı erkeklerin peştamala sarılı oldukları halde göründükleri bir hamam belirir ekranda mutlaka. Bu filmleri izleyen yabancılar, her daim yıkanan, günün büyük bölümünü hamamda geçiren mis pak insanlar olduğumuzu düşünüyorlardır herhalde.
Yok eğer hamam sahnesi belirmediyse en iyi ihtimalle göreceğimiz, iki yanında tek katlı soluk ve kirli cepheli evlerin yer aldığı tozlu sokaklarda yürüyen başında fes elinde sepet sağa sola yollanan insanlardır. Bu sokaklarda görüp göreceğiniz, modern görünümlü kadınlar yerine develerden ibarettir. Canından bezmiş, hayata küsmüş bu develeri hayvanat bahçeleri ve tatil köyleri haricinde göreniniz var mı hiç?
Geçtiğimiz haftalarda hafta Kanal D’ de olağanüstü görsel zenginliğe sahip bir Jet Li filmi olan Hero gösterildi. Havada ve su üstünde uçarak kılıç sallayan adsız usta, bir çok hayali Hollywood kahramanından daha etkileyiciydi. Tarihinde binlerce gerçek kahramana sahip Türk Ulusu, bu kahramanlarını dünyaya haykıracak bir film yapamazken, böyle zengin bir tarihe sahip olmayan Hollywood bizlere yarasa adamları, mutantları, john Mc Clane’leri alkışlatıyor.
Bir film de Perşembe akşamı ilişti gözüme, King Solomons Mines filminin 2001 yılı yapımı yeni versiyonu, Hz. Süleyman’ın hazinesi peşinde Allan Quatermain yerine torunu var baş rolde. Filmin bir yerinde kendinizi İstanbul’da (!) buluyorsunuz. Filmi ucuza getirmek için kim bilir nerede çekmişler İstanbul yerine. Saray olduğu varsayılan bir yapıya gizlice giriyor filmin kahramanı. Baş roldeki erkek kahraman kılık değiştiriyor bunun için, uzun beyaz bir tunik giyip başına da beyaz bir örtü sarıyor. Tüm iyimserliğimle, maskeli balo var herhalde mekanda diye düşünüyorum, ya da burası bir elçilik binası ve Suudi elçisi kılığına bürünüyor herhalde.
Nerdeeee….
Kapıdaki güvenlik görevlileri, omuzlarında security yazan tipler yerine, başları fesli ve redingotlu bıyıklı tipler. İçerde altın sırma işli Osmanlı’nın son dönem paşalarının giydiği kostümlerle gezinen bellerinde kılıç sallanan insanlar var. Tanrım kabus gibi.
Filmin kötü karakterlerinden bej redingotlu tipin adı Ali! Deniz, Canberk, Özcan filan değil…
Böyle anlarda, Yılmaz Erdoğan'ın oyununa gönderme bir soru takılır aklıma:
"Sen hiç deve gördün mü?"
Oturduğumuz yerden yurt dışındaki aksimizi gördüğümüzde rahatsız oluyoruz. Biz bu değiliz diye çığlık atıyoruz içimizden. Türkiye’nin yetiştirdiği ancak yurt dışında çalışmayı yeğleyen değerli beyinleri bir kenara ayırırsak, ülkemizin az gelişmiş bölgelerinden, ekonomik ve siyasi sebeplerle, ülkelerine yerleşmiş vatandaşlarımızla, Osmanlı’dan kalma kuyruk acıları ve izlenimleri ile bizleri değerlendirmelerine seyirci kalmışız…
Sessiz kalmışız… Kalıyoruz…
Ta ki bir olay meydana gelip, bir anda canımız yanana kadar. O zaman hışımla feveran ediyoruz. İş işten geçmişken, atı alan Üsküdar yollarındayken, canımızın yandığıyla kalıyoruz. Tıpkı 2006 Dünya kupası play-off eleme karşılaşması Türkiye İsviçre maçı öncesi sonrası örneğindeki gibi.
Bazen bazı şeyleri kendi menfaatimiz doğrultusunda kendimize saklamamız gerekir. Tıpkı 9/11 sonrası Amerikan basınına, propaganda malzemesi olabilecek görüntülerin yansıtılmamamsı, Londra basınında patlamalar sonrası kan revan görüntüye yer verilmemesi gibi.
Ulusça strateji geliştiremiyor, uygulayamıyoruz.
Sahada ortaya konacak teknik stratejiler değil kast ettiğim, duruşumuz, kimliğimiz ile ilgili.
Biz, bizi anlatamıyoruz...
Bir çok şeyi aşırı uçlarda yaşıyoruz.
Kendi yaşam gailesine dalmış, bir çok değerler ya da haklar ayaklar altındayken bir duvar kadar duyarlılık gösterirken, bir anda celallenip bir vaşak kadar vahşi olabiliyoruz.
Uyuduk mu, top atsan uyanmayacak kadar derin uyuyor,
Öfkelendik mi, yer, zaman tanımadan, politik olmak gereken durumları bile göremeyecek kadar gözü kara oluyoruz.
Üzüldük mü, mantıklı hareket edemeyecek kadar kahır ediyor,
Sevindik mi, kurşun atacak kadar taşkın, dizginlenemeyecek kadar coşkun oluyoruz.
Ruhsuz olduğumuzda burnumuzun ucunda yaşananları bile göremiyor,
Kenetlendik mi, hiçbir şeyin kıramayacağı kadar güçlü bir zincir oluyoruz…
Sustuk mu sesimiz cılız bir soluk gibi ciğerlerimizde takılıyor, çıkmıyor, kimse duymuyor,
Konuştuk mu öyle güçle haykırıyoruz ki boğazımız yırtılıyor, bütün başlar bize dönüyor…
6762 kez okunmuş Şahnur Karaağaç

Yorumlar

onder 29 Kasım 2005, Salı
Şahnur hanım geçmiş olsun, umarım keyfiniz yerine gelmiştir. Acil şifalar diliyorum. SevgilerÖnder Kiremitçi

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmış olmalısınız.